Din, toplum düzenini şekillendirmesi bakımından insanlık âlemi
için lüzumlu bir müessesedir.
Dayandığı temellerin yüksekliği ve hikmetlerinin derinliği
ölçüsünde lüzumu artar, daha fazla ihtiyaç duyulur hale gelir.
İnsan denen varlık, yaratılış itibariyle hırs ve arzusunun esiri
durumundadır. Hırs ve arzularının esiri durumundaki insanlar arasında sosyal
hayatın kurulabilmesi, karşılıklı güven ve sevginin tesis edilebilmesi mümkün
değildir. Bunun sağlanabilmesi için her insanın kendi arzularına, nefsanî
ihtiraslarına hâkim olması icab eder. Medenî bir toplum olmanın yolu da budur.
Her şeyi maddî olarak değerlendiren, hayatı yalnızca dünya
hayatı ve maddî hayat olarak kabul edenlerin hırs ve arzularına gem vurabilmek
mümkün değildir.
Yaratılış itibariyle ihtirasının sınırı olmayan insanlar, bu
ihtiraslarını ölçülü bir hale ancak din aracılığıyla getirebilir.
Din olmasaydı, insanlar arasında ahlâkî ve hukûkî yapının
oluşması mümkün olamazdı.
Din, ferdleri mukaddes duygu ve değerlerde birleştirerek hem
millî yapının oluşmasını, hem de toplumların gelişmesini ve yükselmesini
sağlayıcı zarurî bir kurumdur. Çünkü Hak Din; ahlâkî fazilet ve tam adalettir.
Ne var ki; aslını kaybetmiş ve insan sözlerinin içine
karıştırıldığı, insanlara, yaratılmışlara ilahlık sıfatının şöyle veya böyle
yüklendiği toplumlarda; ahlâk ve adalet anlayışı değişmiş, herşey güçlünün
haklılığı üzerine bina edilmiş ve adalet, "her hâlukârda onun haklılığı", ahlâk
"onun hayat ve düşünce tarzı", fazilet "yalnızca onun yaşadıkları, düşündükleri,
etmek istedikleri"nden ibaret imiş gibi bir seyir takip eder hale
gelmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder